Geleneksel evlilik anlayışı, özellikle önceki nesillerde, çiftler arasındaki uyumdan çok toplumsal beklentiler ve zorunluluklar üzerine kuruluydu. Evliliğin temelinde sevgi, saygı ve eşitlikten ziyade, kadının çaresizliği ve toplum baskısının getirdiği zorunluluklar vardı. O dönemlerde kadınlar, aile ve toplum arasında sıkışarak, kendi hayatlarına dair kararları alma fırsatından mahrum bırakılıyordu. “Bir yastıkta kırk yıl” masalı olarak anlatılan evlilikler, aslında bu çaresizliğin sessiz bir ifadesiydi. Peki, bu durumun ardında yatan asıl gerçek neydi?
Geçmişte evliliklerin çoğunun uzun sürmesinin gerçek nedeni, çiftlerin birbirine duyduğu uyum ya da büyük bir aşk değildi. Bu, daha çok kadının çaresizliği ve seçeneklerinin olmayışından kaynaklanıyordu. Romantik bir hikâye gibi anlatılan “Bir yastıkta kırk yıl” ifadesinin ardında, aslında dört duvar arasında sıkışmış, evliliğini bitiremeyen, çıkış yolu bulamayan kadınların sessiz acıları saklıydı.
Toplumun baskısı altında, hiçbir eğitim almadan, daha çocuk yaşta evlendirilen, hızlıca anne olan ve kendi evine dönemeyen, mesleği ve geliri olmayan kadınların hikâyeleri var bu bitirilemeyen evliliklerde. Aile evine dönüş, genellikle bir seçenek bile değildi. Evliliği bitirmek, çoğu zaman büyük bir ayıp olarak görülürdü ve kadının adı "dul" olarak yaftalanırdı. Bu yüzden, kadınlar kendilerine ait bir yaşam hakkından mahrum bırakılarak evlilik içinde sıkışıp kalırlardı.
Bu çaresizlik, sadece maddi imkanların yetersizliğinden ibaret değildi. Bir kadının sevgiyle kucaklanmaması, hayatında bir kez bile güzel bir söz duymamış olması, "dişi" olduğunu hissetmemesi, beğenilmemesi ve saçının okşanmaması gibi duygusal yoksunluklarla örülü bir yaşamdı bu. Annelerimiz, teyzelerimiz, büyükannelerimiz, sırf "evlilik" devam etsin diye kendi varlıklarından ödün vererek hayatlarını sessizce tükettiler. Evlilikte bir bütün olmanın, sevgiyi ve saygıyı paylaşmanın ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemediler. Çoğu zaman, kendi varoluşlarını bile tanıyamadılar.
Toplumun kadına biçtiği rol, “İçkisi yok, kumarı yok, evine bağlı,” gibi sözlerle yüceltilmiş erkeklerle yapılan evliliklerin doğru olduğunu düşündüren ebeveynlerin yanlış anlayışlarından kaynaklanıyordu. Oysa çift olmak, sadece bu unsurlardan ibaret olamaz. Sevgi, saygı, ortak bir hayat kurma isteği ve karşılıklı destekle inşa edilmesi gereken evliliklerin yerini, çoğunlukla toplumun dayattığı roller ve beklentiler aldı.
Bugün ise artık bu devrin sona erdiğini ilan etmeliyiz. Kadınların eğitimli, bilinçli ve güçlü bireyler olarak yetiştirilmesi, en temel gereklilik haline gelmiştir. Kız çocuklarımızı büyütürken, onların yalnızca bir erkeğin insafına ve kararlarına hayatlarını teslim etmeyecekleri şekilde güçlenmelerini sağlamalıyız. Onlar, kendi ayakları üzerinde durabilmeli, hayatlarını kendi isteklerine göre yönlendirebilmeli ve gerekirse kendi yollarını çizebilmelidirler.
Unutulmamalıdır ki, kutsal olan aile kurumu değil, insanın onurlu ve insanca yaşama hakkıdır. Aile, ancak sevgi, saygı ve eşitlik temelleri üzerinde kurulursa anlam kazanır. Bir kadın, kendisine sunulan bu kısıtlı hayatı değil, gerçek bir yaşamı hak eder. Bugünün toplumu, geçmişin bu yanlış anlayışlarını sorgulayarak daha sağlıklı, daha özgür ve mutlu bireyler yetiştirmek zorundadır. Aksi takdirde, kadınlarımızın hayalleri ve yaşamları birer hapishane olmaya devam edecektir.
Eğitimli, özgür düşünebilen, kendi ayakları üzerinde durabilen kız çocukları yetiştirerek bu döngüyü kırmak mümkün. Onlara yaşamın sadece bir evliliğe sıkışıp kalmaktan ibaret olmadığını, hayatın her alanında var olabileceklerini, haklarını savunabileceklerini öğretmeliyiz. Böylece, geleceğin güçlü kadınları hem kendileri hem de toplumları için daha iyi bir gelecek inşa edeceklerdir.
Artık günümüz toplumunda, kadınların sadece bir evlilik kurumu içinde sıkışıp kalmadığı, birey olarak kendilerini gerçekleştirebildikleri bir dünyaya adım atıyoruz. Eğitimli, güçlü ve özgüvenli kadınlar yetiştirmek, geleceğin daha adil ve eşitlikçi toplumlarını kurmanın en önemli adımıdır. Kız çocuklarına verilen özgürlük, onları sadece ailelerinin değil, aynı zamanda kendi hayatlarının mimarı yapacaktır. Bu yüzden, kadınların kendi seçimlerini yapabilme özgürlüğüne sahip olduğu, insanca yaşam hakkının kutsal kabul edildiği bir dünya için çalışmalıyız. Gerçek mutluluk, ancak bireylerin kendi hayatlarını inşa edebildiklerinde mümkün olacaktır.