Bir zamanlar, insanlar daha sade ve huzurlu bir yaşam sürerdi. Teknolojinin henüz hayatlarına girmediği o dönemlerde, insanlar birbirlerine değer verir, muhabbetin ve paylaşmanın kıymetini bilirdi.
  Arabalar, telefonlar ya da sosyal medya yoktu, ama dostluklar daha sıcak, ilişkiler daha samimiydi. İnsanlar azla yetinir, çokla mutlu olurdu. Ancak zamanla bu düzen değişti. Hayatımıza giren teknoloji, bir yandan kolaylıklar sunarken diğer yandan bizi birbirimizden kopardı. Şimdi, o eski günlerin özlemini çekerken, bugünkü yaşamın yalnızlığıyla baş başayız.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, dünya denen yerde, insanlar huzur ve mutluluk içinde yaşayıp giderlermiş. Ne teknoloji vardı ne de bugünkü telaş... Birbirleriyle muhabbet eder, otobüsle, trenle, hatta yürüyerek ziyarete giderlermiş. Saadetle dolu bu yaşam bir gün değişmiş; evlerinin kapısına bir canavar dayanmış: Televizyon.

Başta herkes onu kabul etmekte dirense de, zamanla televizyon her eve girmiş. İnsanların başköşesine yerleşmiş ve her şeyin merkezi olmuş. Başta küçük, çirkin ve şişman olan bu canavar, zamanla büyüyüp güzelleşmiş, insanlar onu daha da fazla sevmişler. Televizyon, evlerde kendine o kadar rahat bir yer bulmuş ki, bir gün akrabasını da davet etmiş: Telefon.

Telefon canavarı da, tıpkı televizyon gibi önce tereddütle karşılanmış, ama sonunda o da insanların vazgeçilmezi olmuş. İnsanlar, onu ceplerine, çantalarına, hatta yastıklarının altına koymuşlar. Telefon, büyüdükçe büyümüş ve yeni canavarlar doğurmuş: WhatsApp, Facebook, Instagram gibi tatlı mı tatlı bebek canavarlar... İnsanlar bu yeni canavarları daha da çok sevmişler.

Artık birbirine "Merhaba" demek yerine, bir mesajla (sa) göndermişler, duygularını küçük simgelerle ifade etmeye başlamışlar. İnsanlar birbirlerini göremez, seslerini bile duyamaz olmuş. Herkes bu durumdan şikayetçiymiş ama kimse bu canavarlardan vazgeçemiyormuş.

Bugün geldiğimiz noktada, hayatlarımızı bu canavarların esiri haline getirdik. Telefonlarla, sosyal medya ile saatler geçiriyor, sevdiklerimizle konuşmayı, onlarla vakit geçirmeyi ihmal ediyoruz. Halbuki bir zamanlar, kitap okumak, dostlarla sohbet etmek, ailemizle vakit geçirmek en büyük zenginlikti.

Geçmişin güzel değerlerinden o kadar uzaklaştık ki... Katık bulamayıp ekmeğin içine ekmek koyarak karnını doyuran dedelerimizin torunları, bugün sofralarda yiyecek hangisini seçse bilemiyor ve israf ediyor. Sabah namazını kaçırdığı için gözyaşı döken büyüklerimizin torunları, bugün izlediği diziyi kaçırdığı için üzülüyor. Sokaklarda su tankerleri başında sıra bekleyen büyüklerimizin çocukları, sıcak su gelmesi için saatlerce su akıtan bir nesil haline geldi.

Bir zamanlar tek odalı evlerde, on kişi bir arada yaşayıp mutluluğun ve samimiyetin tadını çıkaran büyüklerimiz vardı. O evlerde herkesin kalbi birbiriyle iç içeydi. Küçük, mütevazı odalar olmasına rağmen, içindeki sıcaklık ve paylaşım her şeye yetiyordu. O zamanlar, bir odanın darlığı değil, gönüllerin genişliği önemliydi. Aile bireyleri hep birlikte vakit geçirir, sofraya oturduklarında ekmeği bölüşmekten, sohbet etmekten zevk alırlardı. O evlerde birinin mutluluğu herkesin mutluluğu, birinin derdi herkesin derdi olurdu. Aynı yastığa baş koyan kardeşler, birbirlerinin dert ortağı, sırdaşı olurdu. Elektronik cihazlar yoktu, ama dostluklar ve aile bağları en büyük zenginlikti.

Bugün ise, o samimi, sımsıcak evlerin yerini, geniş odalara sahip ama soğuk duvarlarla ayrılmış evler aldı. Şimdiki evler her ne kadar daha büyük ve konforlu olsa da, içindeki insanlar birbirinden kopuk, yalnız ve mutsuz. Artık aile fertleri bir araya gelmiyor, herkes kendi odasına çekiliyor; sohbetlerin yerini telefon ekranlarına dalan gözler aldı. Eskiden bir arada oturup birlikte geçirilen zaman, şimdilerde ekran başında geçen yalnız saatlerle yer değiştirdi. Yüreklerdeki sıcaklık, evlerin büyüklüğüyle ters orantılı bir şekilde azalıyor. Bir zamanlar darlık içinde huzur bulan aileler, şimdi bolluk ve genişlik içinde yalnızlığa mahkûm olmuş durumda.

Eskiden bir odada paylaşılan mutluluk, şimdilerde ayrı odalarda kaybolup gitmiş. Büyüklerin bir zamanlar ufacık evlerde yaşadığı sıcaklık ve samimiyeti, modern dünyada geniş evler ve teknoloji bile sağlayamıyor. Oysaki mutluluğun gerçek kaynağı, maddiyat veya genişlik değil; sevgi, paylaşım ve bir arada olmanın verdiği huzur ve güvendi.

Geçmişten bir ders almak istiyorsak, eski değerlerimize dönmeli ve bugünkü alışkanlıklarımızı sorgulamalıyız. Teknoloji ilerledi, hayat kolaylaştı belki ama insanlık ve samimiyet maalesef geriledi. Unutmamalıyız ki, mutluluk dışarıda değil, içimizde ve sevdiklerimizle olan ilişkilerimizde saklıdır.
Mevlâna’nın dediği gibi:
“Dün geçti, yarın meçhul, bugün ise bir armağan. Bu yüzden bugünü en güzel şekilde yaşayın.”

Bugünü teknolojiye değil, insanlara ve sevdiklerimize ayıralım. Çünkü geçmişteki huzuru ancak bugün doğru yaşayarak yeniden yakalayabiliriz.