Çocukluğumuzda hayat bambaşkaydı. Bebekler, annelerimizin kendi elleriyle diktikleri bezlerden, arabalar ise yağ kutularından yapılırdı. Tekerleklerimiz bile telden olurdu. Doğan bebeklere, kızlara ebelerinin, erkeklere ise dedelerinin isimleri verilirdi. Moda nedir bilmezdik; giysilerimizdeki moda, yırtılan yerlerin yamalanmasıydı. Eğer yamalar güzel bir şekilde dikilmişse, bu bizim için en büyük moda olurdu.
Yırtık çoraplar asla atılmaz, bir torbada biriktirilirdi. Bu çoraplar, başka bir çorap yırtıldığında tamir malzemesi olarak kullanılırdı. Ayakkabılarımız ise lastik veya çerkezdi. İskarpinlerimiz vardı ama belirli bir yaşa gelince alınır ve bayramda en büyük hediyemiz olurdu.
Komşuda pişen yemek bize, bizde pişen yemek ise komşuya giderdi. Paylaşım, toplumsal dayanışmanın en büyük eseriydi. Gecelerimiz soğuk olsa da evin içindeki mutluluk yuvayı ısıtırdı. Sokaklar karanlık olsa da gökyüzünün yıldızları parlaklığını hiç kaybetmezdi.
Turşu, salça, bulgur, yufka, kömbe, mantı ve Ramazan ayına mahsus erişte evde yapılırdı. Kışlık yiyeceklerimiz, yazlık sebzelerden kurutularak evin serin bölmesinde saklanırdı. Kömürümüz, odunumuz yoktu; ama kerme ve tezek, kışın sobada yakılan en değerli yakıtlarımızdı. Bu yakıtlar, odamızı ısıttığı gibi içimizi de ısıtır, aile bireylerini tek odada toplayarak aralarındaki bağı güçlendirirdi.
Evlerin temizliğinde duvarlar boya ile değil, beyaz toprakla cilalanırdı. Bu cilalama, evin içine serinlik ve huzur katardı. Radyo ve televizyonlarımız kısıtlıydı; ama radyodaki "Arkası Yarın" programlarının ve televizyondaki dizilerin heyecanı büyüktü. Gelecek bölümü sabırsızlıkla beklerdik.
Okul hayatımızda, kırzet denen önlük, yakalık ve bez torbadan çantamız aksesuarımızı tamamlardı. Defter ve kitaplarımız, gazete kağıtlarıyla kaplanırdı. Sonraları gübre torbalarından çıkan naylon, en kaliteli defter kaplama malzemesi haline gelmişti.
İşi aksayanlara yardım etmek için imece yapılırdı. Kimsenin işi ortada kalmaz, el birliğiyle tamamlanırdı. İki tarla arasında bulunan sınır korunur, genişletilmezdi. Haram kazançtan kaçınılır, böyle yapanlar toplum tarafından ayıplanırdı.
Yemeğe besmele ile başlanır, soğan ekmek bile olsa sonunda "Elhamdülillah" denir, o günkü rızka şükredilirdi. Küçükler, büyüklerin yanında ayaklarını uzatmaz, diz bükerek adaba uygun şekilde oturur, yüksek sesle konuşmazdı. Gelen büyüğe yer verilir, oturma düzeni büyükten küçüğe doğru şekillenirdi. Saygısızlıktan kaçınılır, ayıplanmaktan korkulurdu. Bu saygı, hem tanıdık hem tanımadık tüm büyüklerimize karşı gösterilirdi.
Biz böyle bir çocukluk yaşadık ve çok mutluyduk. Peki ya şimdikilerin çocukluğu?
Günümüzde büyükler gibi çocuklar da hayatı sadece kendileri için yaşıyor, "ben varım" kimliğine bürünüyor. "Biz" duygusunu içlerinden attılar. Sevgiyi unutan büyükler olarak, çocuklarımıza saygıyı unuttuk. Maddiyatın her şey olduğunu düşünüp maneviyatı unuttuğumuz gibi, çocuklarımızı da bu yolda yönlendirdik. Maddiyatın kölesi olduk, bu süreçte büyüğü, akrabayı, dostu ve manevi duyguları içimizden söküp attık. Daha da önemlisi, her şeye moda gözüyle bakıp, teknolojiyi kendimize dost edindik ve bu sahte mutluluklarla yetinmeye başladık. Bu sayede, yoksulun sıkıntısını kendi mutluluğumuzdan göremez hale geldik.
"Daha önce ben yaşamadım, çocuklarım yaşasın" diyerek, aslında onların geleceğine zarar verdiğimizin farkına bile varamıyoruz. Bayramlarda ya da yılda bir kez alınan elbise ve ayakkabıyla mutlu olan bir nesilden, hiçbir şeyle mutlu olamayan bir nesile geldik. Teknolojinin içine gömdüğümüz bu nesil, kendi dünyasında yorgun ve yoğun, tek kişilik yaşamın içinde sahte mutluluklara hapsolmuş durumda.
Sonuç olarak, evleri büyüttük, oda sayısını arttırdık ve bu sayede aileyi birbirinden bağımsız hale getirdik. Her aile bireyi, kendine ait dünyasında, yaptıklarını sorgulamadan sevdiği hayatı yaşamaya başladı. Kısacası, her şey var ama hiçbir şey yok. Şükür yok, kanaat yok, tevekkül yok; ama israf, savurganlık çok.
Şimdi mi daha iyi, yoksa geçmiş mi?