1990'lı yıllar... Mevsimlerden kış, üstelik karakış... Aylardan ocak... Sabahın erken saatlerinde, tek katlı sobalı evlerin küçük salonlarında, kardeşiyle birlikte uyanan çocuklar odanın ısınmasını bekliyor. Soğuk, pencereden giren serinlikle iyice hissediliyor. O sabahın soğuğunda, yorganlarına sıkıca sarılıyorlar; sobadan gelen çıtırtı ve hafif duman kokusu arasında birbirlerine daha da sokuluyorlar.

Anneler mutfaktan sesleniyor: "Hadi çocuklar, uyanın artık..." Ancak çocuklar, o sıcacık yorganın altından çıkmak istemiyor, bu sesi duymazdan gelmenin tadını çıkarıyorlar. Kim bilebilir ki, yıllar sonra o sesi tekrar duymak için neler feda edebileceklerini?

Sobanın üzerindeki güğümle odaya giren anneler, çocuklarını bir kez daha uyarıyor. Nihayet yatağından kalkıyorlar, annenin yanağına kondurulan öpücükle evin sıcaklığı sobadan değil, aileden geliyor.

Pencereden dışarı bakan çocuklar, birbirine yaslanmış evleri, bacalardan tüten dumanları, karla örtülmüş ağaçları izliyorlar. Kapısı açık evlerden yayılan ışıklar, içerideki yaşamın sıcaklığını dışarıya taşıyor. Evin önünde duran bir adam, elleri arkasında, doğanın sessizliğini dinliyor. Tellerde biriken karlar, kenarda karı küreyen elleri üşümüş bir adam... Ve ortada, rüzgarla dans eden tek başına bir ağaç...

Rüzgarın sesine karışan horozun sesi, kar taneleriyle birlikte çocukların yüreğine dolan neşeyi uyandırıyor. 
Duyuyor musunuz çocukluğun sesini?
Hissediyor musunuz yağan karla birlikte gelen o saf ve coşkulu neşeyi?