Hayat, çoğumuz için bekleyişlerle dolu bir yolculuk gibi görünebilir. Hep bir şeylerin gelmesini, bir şeylerin olmasını bekleriz; bir fırsat, doğru zaman ya da cesaretin ortaya çıkmasını. Ancak bu bekleyiş, aslında yaşamın en yorucu taraflarından biridir. Zaman hızla akıp giderken bizler, bu akışa kapılıp bir şeyleri hep sonrasına bırakırız. Oysa önemli olan, bu süre içinde ne yaptığımızdır. Hayatın başlangıcı ve sonu belliyse, ortasını nasıl yaşadığımız bizim elimizde. Beklemek, gerçekten yaşamaktan bizi alıkoyar mı?
Hayat, çoğu zaman beklemek üzerine kuruluymuş gibi gelir. Hep bir şeyleri bekleriz: bir fırsatı, doğru anı, başkalarının harekete geçmesini ya da belki de cesaret bulmayı. Oysa bu bekleyişler, aslında içimizde fırtınalar koparan, bizi içten içe yoran süreçlerdir. Hayatın başı ve sonu bellidir; bir şekilde başlar ve kaçınılmaz bir şekilde son bulur. Ancak asıl önemli olan, ortasında ne yaptığımızdır. Çünkü zaman sürekli akar ve biz de bu akışa kapılıp gideriz. İşte tam da bu yüzden, oyalanacak, erteleyecek vaktimiz yoktur.
Her bekleyiş, sanki hayatımızdan bir parçayı alıp götürür. İçimizde yıllarca biriktirdiğimiz ama söyleyemediğimiz sözler, dile getiremediğimiz hisler, yankısını bulamayan şiirler vardır. Zamanla bu bastırılan duygular, içimizde bir boşluk yaratır. Dışarıdan bakanlar belki fark etmez, ama o boşluk her geçen gün büyür ve bizi içten içe kemirir. Hayat beklemekten ibaretse, yaşamak nedir? Bir şeyleri sürekli ertelemek, hep "bir gün" diye düşünmek, gerçekten yaşamaya ne kadar yakın olabilir ki?
Bir an durup kendimize şu soruyu sormalıyız: "Neyi bekliyorum?" Çünkü beklemek, aslında hayattan çalmaktır. İçimizde birikenleri, hislerimizi, düşüncelerimizi daha ne kadar bastırabiliriz? Ezberlediğim tüm şiirleri artık yüksek sesle okumalıyım. Çünkü her şiir, aslında içimde yıllarca biriktirdiğim hislerin bir yankısıdır. Sessizce yürütülen içsel kavgalarımı dışa vurmalıyım. Çünkü bu kavgalar sessiz kaldıkça, kendimi yalnızca kendimle savaşırken buluyorum. Kuruntularımı serbest bırakmalıyım. Zihnimde tuttuğum sürece, onlar sadece beni daha da kısıtlayan zincirler haline geliyorlar.
Hayat, ertelemeye gelmeyecek kadar kısa ve kıymetli. Zaman hızla akarken, elimizde kalan tek şey yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz oluyor. O yüzden beklemek, bir noktadan sonra kendimizi kaybetmek demek. Bir şeyleri yarım bırakmak ya da hiç başlamamak, hayatın tam ortasını kaçırmakla eşdeğer. Oysa hayatın ortası dediğimiz şey, tam da yaşanması gereken, en kıymetli anlardan oluşur. Hayatın anlamını, işte o orta yerde buluruz.
Kaçırdığımız her an, yaşamadığımız her duygu, söylemediğimiz her söz, içimizde bir boşluk yaratır. Bu boşluk, zamanla pişmanlık halini alır. Ve bir gün dönüp geriye baktığımızda, keşke demek istemeyiz. Bekleyerek kaybettiğimiz anların pişmanlığı mı, yoksa yaşanmışlıkların huzuru mu bize daha iyi gelecek? Bunu şimdiden sorgulamalıyız. Çünkü hayat, beklemekle değil, hissetmekle ve yaşamakla dolu dolu anlam kazanır.
Hayatın başı ve sonu belliyse, ortasında ne yapacağımız tamamen bize kalmış. Geçmişin pişmanlıklarına ya da geleceğin belirsizliklerine takılıp kalmadan, tam bu anda yaşamaya başlamalıyız. İçimizdeki her duyguyu, her düşünceyi, her arzuyu yaşayarak, hayata en derin şekilde katılmalıyız. Çünkü bir gün dönüp baktığımızda, her anı dolu dolu yaşadığımızı hatırlamak, bize en büyük huzuru verecek. O yüzden, daha fazla beklemeye gerek yok. Hayat, tam da şu an, bizim onu nasıl yaşadığımıza bağlı.
Hayat, ertelenmeyecek kadar kısa ve değerlidir. Zaman hızla geçerken elimizde kalanlar, sadece yaşadıklarımız ve hissettiklerimizdir. Beklemeye devam etmek, bir noktada yaşamı kaçırmak demektir. O yüzden, her anı dolu dolu yaşamak, hissetmek ve kendimizi duygularımıza kapılmadan ifade etmek en büyük özgürlüğümüzdür. Hayatın ortasında, en derin duygularımızla var olmalı ve kendimizi ertelemek yerine yaşamı kucaklamalıyız. Çünkü geriye dönüp baktığımızda huzurla hatırlayacağımız tek şey, dolu dolu yaşanmış anlar olacaktır.